Sadr, Arapça’da sadece “göğüs” anlamında değil, insanın iç dünyasının, ruhunun oturduğu yerdir. Kalp ile sır arasındaki geçittir. Allah dostunun kalbinden taşan ilâhi feyz, hikmet ve nur, muhatabın sadrına ulaştığında orada bir mânevi doğum gerçekleşir. Bu, bazen huzur, bazen bir uyanış, bazen de gözyaşı olarak tecelli eder. O göz yaşında ne bir acı ne bir tasa vardır; orada yalnızca hissettiği ilâhi yakınlığın sevinci saklıdır.
Mesnevi’de Hasta Adam ve Hekim
Mesnevi'de geçen Hasta Adam ve Hekim hikayesi, işte bu "sadr olmak" hakikatini hikmetle anlatır. Hasta, hekimin sözlerinden çok, hâline bakarak iyileşmeye başlar ve hekim, sadece içindeki hikmetle hastaya yönelir. Bu yöneliş, hekimin sadrından çıkan nurun, hastanın sadrına doğmasıdır. Tedavi sözle değil, kalpten kalbe sirayet eder. Allah dostunun gönlünde yanan nur, hastanın gönlünü genişletir. Hasta, artık sadece bir beden değil, mânevi bir kalptir. Önce gözleri yaşarır, sonra gönlü uyanır ve işte o an sadr olmuştur.
Kur’an da Vakıa Sûresi’nde geçen, “Şüphesiz bu Kur’ân, bir gizli kitabın içindedir” âyeti, hakikatin içe veya iç içe gömülü olduğunu hatırlatır. “Âyet”, Arapça da “işaret” demektir; ve âyet bir hakikati işaret eder. Allah dostunun sözü de böyledir. Görünürde bir kelâmdır; ama sadr olana o söz, mecazdan iç hakikatine dönüşür. O söz, sadece kulakta kalmaz, kalpte doğar ve insan değişir. Nefsi çözülür, gönlü genişler. Sadr olmak, bir öğrenme biçimi değil, bir feyzle uyanma hâlidir. Allah dostundan gelen bir nazar, bir kelime, bir susuş bile kalbe işliyorsa, orada artık ilim değil, nur konuşur. İşte o zaman kişi ağlar ama bu ağlayış, karanlıktan değil; açılan bir sırdan gelir.
Sadr olan bilir! O hâl bir keramet değil, bir rahmettir.
fotoğraf: Eskişehir Mevlevihanesi Sema ve Tasavvuf Musıki Topluluğu- 17 Aralık 2024